İyi ki Doğdum ║ Öykü
Servisten iner inmez koşar adım girdi apartmana.
Asansörün kendisini yavaşlatacağını düşünerek merdivenlere yöneldi. Acilen eve varmalı
ve bu berbat günden kurtulmalıydı.
Bayramlık pabuçları üzerinde sekerek ulaştı üçüncü kata. Soluk soluğa
kalmasına aldırış etmeden yükseldi parmak uçlarında ve tüm apartmanı kesintisiz
bir kuş cıvıltısına bıraktı. Ne zaman ki çelik kapı yavaşça aralandı, o zaman
indi parmak uçlarından. Annesi uyku mahmurluğuyla ne olduğunu anlamadan
pabuçlarını çıkarıp atıldı içeriye. Sırt çantasıyla mutfağa yöneldiğinde kuşlar
cıvıldamaya devam ediyordu. Buzdolabının önüne gelince duraksadı. Kalbi pıtır
pıtır atıyor, elleri titriyordu. Dolabı açmalıydı, çünkü son umuduydu bu dolap
ama korkuyordu. Ya umduğunu bulamazsa? Ya annesi de unuttuysa?
Annesi kapıyı
kapatmış, endişeli bir çehre ile mutfağa yaklaşıyordu. Nefesini tutarak asıldı
buzdolabının kapağına, gözleriyle tek tek rafları süzmeye koyuldu ancak alt ve
orta raflar bittiğinde hala doğum günü pastasını göremiyor, geçen her saniyede
umudu giderek kâbusu oluyordu. Son bir gayretle sıçrayarak üst raflara bakındı
ama değişen bir şey olmadı, pasta yoktu. Almamışlardı. Kuşlar sükûta erdiğinde
annesinin yanı başında merakla kendisine baktığını fark etti. Sıkılmış
yumrukları ve kenetlenmiş dişleriyle öfkeli bir bakış atarak çıktı mutfaktan.
Topuklarını vura vura geçti koridoru, kapısını kilitleyip dibine çöktü. Niye böyle
olmuştu? Bugün onun doğum günüydü ve kimse bunu önemsemiyordu. Oysa o bütün bir
yıl herkesin doğum gününü kutlamış, herkese hediyesini almıştı. Şimdi niye
kimse onun doğum gününü kutlamıyordu? Hadi Berna ve Gülsümle küstü, onları
anlıyordu ama ya Kübra, Rabia, Talha? Annesi bile pasta almamıştı, oysa daha
geçen hafta söz vermişti köşedeki pastaneden o prensesli pastayı alacaktı.
Elleriyle yüzünü kapattığında gözkapaklarına sakladığı yaşları taşmış,
yanaklarında süzülmeye başlamıştı. Kimse onu sevmiyordu işte. Hiç kimse. Artık
o da hiçbirini sevmeyecekti ve hatta sabah olur olmaz gidip tüm arkadaşlarından
verdiği hediyeleri teker teker geri isteyecekti. Hiç biri hak etmiyordu o
hediyeleri. Hiç biri. Bu sırada annesi
kapıya kadar gelmiş, içeri girmeye çalışıyordu:
-Gülce, kızım iyi misin? Giremiyorum içeriye açar
mısın kapıyı?
-Git başımdan. Artık sevmeyeceğim seni.
-Kızım ne oldu, neyin var?
-Git diyorum sana. Git işte. Git!
Nefret ediyordu herkesten ve kararlıydı, artık hiç
kimseyi sevmeyecekti. Ne babasına iyi geceler öpücüğü verecekti ne de mutfakta
annesine yardım edecekti. Bakalım bundan sonra pirincin içindeki o ufacık
taşları nasıl ayıklayacaktı Nurcan Hanım. * Gözyaşları yavaş yavaş durulduğunda
hüznü yeniden sinire çalıyordu. “Hep böyle oluyor zaten” dedi dişlerini sıkarak,
“Hep ben seviyorum ama kimse beni sevmiyor!” Anasınıfında bile durum böyleydi.
Hoşlandığı çocuğa her gün çikolatalar, şekerler vermiş, sevgililer gününde -onun
kendisi için hediye almayacağını bildiği halde- hediye bile almıştı ama o ne
yapmıştı? Mezuniyete Yasemin ile gitmişti. Yaseminle! “Tüm erkekler aynı” diye
geçirdi içinden, babası da nişan yıl dönümlerini karıştırırdı sürekli. Her yıl
aynı laf; “O bugün müydü canım ya? Unutmuşum, affet”. Körle yatan şaşı
kalkıyordu işte, babası gibi unutkan biri olup çıkmıştı annesi de.
Çantasını önüne alarak arka gözünü açtı. Kısa bir
arama neticesinde telleri gün be gün biraz daha eğilen not defterini kurtardı
çantanın karmaşasından. Tellerin arasında sıkışan kâğıt parçalarını birer-ikişer
çıkararak açtı kapağını. Eskiden not defteri, daha da eskiden günlük olarak
kullandığı bu küçük defter artık bir hediye güncesiydi. Kronolojik olarak
arkadaşlarının doğum tarihlerini ve onlara aldığı hediyeleri not ediyordu bu
deftere. Kuzeninin düğününde, halasından almıştı bu tüyoyu. Elinde tuttuğu ciltli
defteri ilk gördüğünde ne olduğunu sormuş, halası da günlüğü olduğunu
söylemişti. Gerçeği ise annesi fısıldamıştı kulağına; halası gittiği her
düğünde verdiği hediyeleri teker teker yazarmış bu deftere, şimdi de verdiği
hediyelerin karşılığını alıp alamadığını kontrol ediyormuş. Annesi bunun kocakarı
işini olduğunu söylese de, o on yaşındaki bir kızın da bu işin üstesinden pekâlâ
gelebileceğine inanıyordu. Nitekim gelmişti de, mahalle arkadaşları ile beraber
tamı tamına otuz yedi kişinin doğum günleri ve onlara verdiği hediyeyi özenle
yazmıştı. Kapının vurulmasıyla irkildi:
-Kuzum, iyi misin? Sesin soluğun da çıkmıyor…
-Beni yalnız bırak anne!
-Yavrum gelip iki lokma bir şey yeseydin bari,
acıkmadın mı hiç?
-Acıkmadım.
-Yine de gelip…
-Acıkmadım dedim ya anne! Gider misin artık.
Aldığı nefesle beraber bıraktı kapının kolunu. Neyi
vardı bugün bu kızın? Hiç böyle yapmazdı. Okulda bir şey mi olmuştu acaba? Döndü
Hoca’yı arayıp aramamak ikileminde girdi mutfağa, köşedeki sandalyeye çekerek
oturdu. Buzdolabıyla ilgili bir şeyler olmalıydı ya neydi acaba? Yemek yemek
istemediğine göre başka bir şey peşindeydi. Yerinden doğrularak buzdolabına
yöneldi, dolabı açarak teker teker süzdü rafları. Arayıp da bulamadığı ne
olabilirdi? Eğildi, doğruldu, tekrar ve tekrar baktı aynı raflara ancak şu
kızın ne aradığını bir türlü bulamıyordu. Akıl tutulması yaşıyordu resmen.
Dolabı kapatıp yeniden masaya yöneldi ancak masaya birkaç adım kala aniden
duraksayarak arkasına döndü. Birkaç adımda dolabın yanına geldi, gözü duvardaki
takvime takılmıştı. Geçen sene ucuzluktan aldığı bu duvar takviminin üzerindeki
manzarayı pek sevmiş, atmaya kıyamamıştı. Şimdi dikkatini çeken ise takvimin
işaretlenmesiydi. Gözlerini kısarak daire içine alınan tarihe baktı; 12 Ocak
2016. Elini ağzına götürerek kıkırdaya başladı, tezgâhın üzerinden telefonunu
alıp tuşladığında kıkırdamaya devam ediyordu:
-Alo, İsmet müsait misin?
-Müsaidim hayatım, buyur?
-Ya şey, Kerim ağabeylerin pastanesinden şu
prensesli pastayı alır mısın gelirken?
-E, yarın alacaktık hani?
-Canım sen al, geldiğinde ben anlatacağım sana.
Yorumlar
Yorum Gönder